Görseldeki kıyafetin rengi konusu popüler olmuştu bir zamanlar. Fotoğrafa bakanların bir kısmı altın rengi ve beyaz olarak görürken, diğerleri mavi ve siyah olduğu yönünde ısrar ediyordu.
İnsanlar, bir kısmı sosyal medyada olmak üzere, çeşit çeşit savlar, düşünceler paylaşıyor.
Ortaya atılan savı değerlendirirken, öncelikle argümanın açıklayıcı mı (descriptive), yoksa normatif mi (normative) olduğunu bakmak gerekiyor.
Açıklayıcı savlar, bir şeyi açıklayan, tasvir eden savlar olarak ifade edilebilir. Bir anlamda gözlem paylaşımı veya durum tespiti de denilebilir.
Örneğin, “Görseldeki elbise altın ve beyaz renklidir” ifadesi açıklayıcı bir savdır. Ya da “İstifa eden çalışanların büyük çoğunluğu zayıf liderlik sebebiyle ayrılıyorlar” ifadesi de açıklayıcı bir savdır. Katılırsınız veya katılmazsınız. Kendiniz doğruluğunu bizzat test etmek isteyebilir, gözlemin kaynağını veya objesini araştırabilirsiniz.
Diğer taraftan normatif savlar bir değerlendirmede bulunurlar. Çoğunlukla bir norma, ideale veya alternatife göre karşılaştırma yaparlar. Yorumdurlar, ahkamdırlar.
Çoğunlukla, iyi-kötü, doğru-yanlış, ..malı/..mamalı vb. ifadeler içerirler.
Örneğin, “Yöneticiler iter. Liderler ise çeker. Yöneticiler emir verir. Liderler iletişim kurar” ifadesi normatif bir savdır. Veya “Başarmak istiyorsan yeterince istemelisin” ifadesi de.
Açıklayıcı savlar olanı tanımlarken, normatif savlar olması gerekeni söyler.
Normatif savlar üç alt başlıkta sınıflandırılabilir.
1) Ahlaki
2) Kişisel
3) Epistemik
Ahkam kesen savları değerlendirirken; ahlaki olarak mı, söyleyen kişinin çıkarları/tercihleri için mi, yoksa objektif gerçeklik (epistemik) anlamında mı olması gereken ifade ediliyor hususunun öncelikle belirlenmesi gerekir.
Sonrasında referans olarak kabul edilen norm veya idealin geçerliliğine bakmak gerekir.
Kişisel gelişim ve liderlik konusunda iddialı paylaşımların çoğunda referans, ya dinlenen anekdotlar veya kişisel deneyimlerdir.
Kişisel deneyimler faydasızdır demiyorum ancak, norm veya ideal olmaktan çok uzaktır.
Dost sohbetlerinde, iyi hikaye anlatıcılarından dinlenen deneyimler keyiflidir. Diğer taraftan, referans olarak kabul ederken dikkatli olmak gerekir. Özellikle bedeli yüksek olan kararlar alırken.
Liderlik, insanların satın alacağı bir grup kimliği yaratıp insanlara benimsetme işidir.
Bunu yapabildiğinizde, güdümlü akıl yürütme (motivated reasoning) dinamikleri sebebiyle, sorgulamadan grup çıkarları çerçevesinde hareket eden insanlardan oluşan bir topluluk oluşturmuş olursunuz.
Tarikatler de böyle çalışır, şirketlerin kurumsal kültürleri de. Siyasi partiler de, elit sosyal klüpler de.
Bunu yapabilen kurumsal veya siyasi liderlere övgüler düzülürken, tarikat liderlerine genelde tüüü kaka denir.
Oysa ki hepsinin yaptığı aynıdır. Grup kimliği ve tanımlanan etiketler çerçevesinde otomatik hareket eden bireylerden oluşan bir yapı oluşturmak.
Liderlik başarı derecesini, grup üyelerinin sorgulamadan harekete geçme pratiğinin ne derece yüksek olduğuna göre ölçme eğilimi gösteririz.
Güdümlü akıl yürütme nedir ve nasıl çalışır derseniz;
Liderlik eğitimlerinde vizyon vizyon diye ısrar edilen bu grup kimliğidir.
Misyon ile bu kimliğe anlam katmaya çalışılır. Grup üyelerinin anlam arayışlarında satın almaları beklenen budur.
Kurumsal değerlerimiz/ilkelerimiz diye ilan olunanlar ise grup üyelerinin üzerlerine yapıştırmaları beklenen etiketler
Grup kimliği çerçevesinde güdümlü akıl yürütme mekanizmasının güzelliği, lider olarak her seferinde insanları ikna etmek veya motive etmek zorunda kalmanız gerekmemesinden gelir.
Lider grup kimliğini oluşturduğunda, üyeler otomatik olarak grup hedefleri ve öncelikleri çerçevesinde hareket etmeye başlarlar. İlk hareket verilmiştir artık. Sorgulama yoktur.
Zaman zaman grup kimliğini sağlamlaştıran, safları sıkılaştıran, duyguları pompalayan müdahaleler hariç, çok efor sarfetmeye gerek yoktur lider için.
Günümüzde en karlı iş hayal satmak
Hayal satmak deyince hemen Jet Fadıl, Sülün Osman veya siyasetçiler gelmesin aklınıza
Aslında geleceği satmaktan ve daha özelde de gelecek tahminlerini satmaktan bahsediyorum..
Kripto paralar, metaverse ve nft bunun bir boyutu.
Unicorn ve startup değerleme işi de başka bir boyutu.
Sadece şu an herhangi bir gelir üretimi olmayan şeylerle ilgili gelecek tahmini satmak da değil.
Mevcutta bir gelir üreten Tesla, Uber, Spotify gibi şirketlerin yüzlerce hatta binlerce yıllık gelirleri üzerinden aşırı değerlenmesi de gelecek/hayal satma işi.
Zamanında yemek sepetinin yurt dışına satılma işi ve girişimcinin buradan elde edilen gelirin bir kısmını çalışanlarla paylaşması büyük haber olmuştu.
O zaman da söylemiştim. Ülkemizde biz tüketicilerin üzerine bindirilecek maliyetlerin, o gün iskonto edilerek bir kaç kişinin zenginleşmesi olayıydı.
Araya komisyoncu sokarak (aldığı komisyonla üstlendiği risk, işlev ve koyulan sermaye arasında ekonomik olarak anlamlı bir orantı olmadan) bu ülke insanından gelecekte tahsil edilecek komisyonları o gün birkaç kişiyi zenginleştirmek için kullananları alkışlamıştık.
Her neyse, en karlı iş hayal satmak. Ama dikkatli olmak ve akıllı oynamak lazım. Çok net hayal satıcılığı yaparsanız dolandırıcılık olarak değerlendirilebiliyor, mevcut hukuk düzeninde.
Alıcıları biraz dolambaçlı yollara sokup, kafalarını karıştıracak bir iş ve gelir planı oluşturmanız lazım.
Görselde Nassim N. Taleb’in erteleme ile ilgili yaklaşımını görmek mümkün.
Anladığım kadarıyla Taleb, ertelemenin öğürme, kusma gibi gibi doğal bir tepki olduğunu ve modernitenin “Procrustes Yatağı”yla savaşan bedenimizin bu isyanına ses vermemiz gerektiğini ifade etmeye çalışıyor.
Kurumsal hayat açısından oldukça unorthodox ve marjinal bir yaklaşım olduğundan şimdilik bunu bir kenara bırakalım.
Rasyonellikle ilgili iki çıkmaz sokak var.
İlki, yapılması gerekenin rasyonel olarak ne olduğunu bilmemize rağmen, gerekeni yapmamak. Modern hayatta gözlemlenen hali, erteleme davranışı ve aksiyona geçememek.
İkincisi ise, yapılmaması gerekeni rasyonel olarak bilmemize rağmen, yapmaya devam etmek. Modern hayatta gözlemlenen hali, arzuların ve kötü alışkanlıkların esiri olmak.
Akrasia kısaca, kişinin kendi rasyonel kararlarının aksine hareket etmesi veya rasyonel olanı bilmesine rağmen gereken davranışı sergilememesi olarak ifade edilebilecek bir kavram. Kavramın ortaya çıkışı antik Yunanda Platon’a kadar gidiyor. Yani buradaki sorun rasyonel düşünememek değil ve ayrıca sorun günümüzün sorunu da değil.
Kurumsal hayatta erteleme davranışı ile mücadelenin ilacı motivasyon olarak gösteriliyor. Yani çözüm harekete geçiren duygular yaratmaktan geçiyor. İçsel ve dışsal motivasyon unsurlarını devreye almak gerekiyor. Peki ne yapılabilir ?
- Motivasyon becerisi kuvvetli lider ile çalışmayı seçmek,
- Linkedin’deki motivator/influencerların son paylaşımlarına göz atmak.
- Motivasyon filmleri/videoları izlemek,
- Şirketteki rakibinizin çirkinleştirilmiş bir fotoğrafına bakmak.
- Kişisel gelişim kitapları okumak.
- Amigo/gaz veren arkadaşlarımızı aramak/buluşmak.
- Yapılması gerekenleri aşamalara bölüp, zaman planına yerleştirmek ve gerçekleştirilmeyenlere anlık ceza, gerçekleştirilenlere anlık ödüller koymak.
Arzularımızın esiri olmamak ve kötü alışkanlıklarla mücadelenin yolu irade gücümüzü artırmaya çalışmak değil. Bu sorundan muzdaripsek, belli ki irade gücümüz zayıf ve bunu artırmak pek mümkün değil.
Sirenlerin büyüleyici şarkılarından etkilenmesin diye tayfasının kulaklarını tıkayıp, kendisini geminin direğine bağlayan Odysseus’un stratejisi işe yarayabilir. Yani uyarana maruz kalmaktan kaçınmak için tedbirler almak.
Liderlik veya yöneticilik diye ayrı iki kavram yok, insan yönetimi var.
İnsanları yönetme işini rasyonellik bağlamında yorumlamaya bugünlerde yöneticilik diyorlar.
İnsanların duygusal boyutunu yönetme işini ise liderlik olarak tanımlıyorlar.
İnsan sadece rasyonellikle sonuç elde edemiyor.
Bir şeyin öyle olduğunu veya olması gerektiğini düşünmek veya bilmek aksiyon almak için yeterli değil.
O halde harekete geçirecek bir şeylere ihtiyaç var. O şey de duygular.
Harekete geçiren duygular yaratma işi motivasyon olarak adlandırılıyor. Liderlerin yetersiz kaldığı yerde kişisel gelişim eğitimleri ve kitapları devreye giriyor. Ya kendin yapacaksın ya liderden bekleyeceksin. Ya da ikisi birden.
Kurumsal hayatta liderlik, insanları harekete geçirecek duyguları yaratmaktan daha geniş bir kapsamda ele alınıyor.
İnsanların negatif duygularını da yönetmek. Sadece hareketten alıkoyan negatif duygulardan kurtulmalarını sağlamak da değil. Bildiğin insanları iyi hissettirmeye çalışmak. Bir anlamda duygusal terapi. Psikologluk. Pışpışçılık.
Bu kadar fazla duygusal resilience eğitimi yapılması, liderlerin bunu yeterince yapamadığını mı gösteriyor acaba ? Ya da onların görevi değil belki de ?
Bazı insanların daha fazla liderlere ihtiyacı var. Duygusal olarak kendi kendine dengelenebilen, duygularını kontrol edip yönetebilen insanların liderlere ihtiyacı yok. Kendi kendilerini motive edip, negatif duygularla başedebiliyorlar. Bunlar motive. Bunlar resilient.
Yani lider ve yönetici ayrımı burdan çıkıyor. İnsanlar duygularını kendileri yönetebilir, bu onların işidir diyenler yönetici olarak tanımlanıyor.
İnsanlar duygusal anlamda (olumlu/olumsuz) kendi kendine yetersizdir; onlara dışarıdan müdahale etmek gerekir diyenler ise lider. Bunu bilinçli de yapabilirler, bilinçsiz de. İyi niyetle de, kötü niyetle de.
Son olarak, öğretilir mi veya öğrenilir mi? Tabii ki.
'Reductio ad Absurdum', eski dilde 'Abese İrca'. Harry Potter serisinden bir büyü çağrışımı yapmış olabilir, ama değil.
Alet iş görür, el övünür.
Akıl yürütme araç ve yöntemlerini bilmek rasyonellik adına fayda sağlayabilir. Rasyonel düşünenlerin alet kutusunda olması gereken aletlerin önemlilerinden birisi 'Reductio ad absurdum'. Akıl yürütenlerin genel amaçlı levyesi de denebilir.
Anne ve babalarımızın zaman zaman kullandığı bir akıl yürütme aracı.
Baba : Neden sigara içiyorsun.
Genç : Arkadaşlarımın hepsi içiyor.
Baba : Arkadaşların köprüden atlasa sen de mi atlayacaksın ?
Argümandaki iddiayı kanıtlamak için, tam tersi senaryonun varabileceği saçmalıklara/çelişkilere vurgu yapmak olarak ifade edilebilecek bir akıl yürütme aracıdır.
Kullanırken dikkat etmek gerekir. 'Straw Man Fallacy' ve 'Slippery Slope Fallacy' safsataları, bu akıl yürütme aracını kullanmaya çalışırken düşülebilecek bilişsel tuzaklardır.
Görselin konuyla ne alakası var diye düşünenler olabilir.
Nature dergisinde yayınlanan bir kısa makalede, kadın 100 metrecilerin, 2156 yılında erkek 100 metrecileri geçeceğine ilişkin çalışmaya yer verilmiş.
Doğrusal regresyon kullanan yazarlar, makalelerinin saygın bir bilimsel dergide yayınlanması için gereken şartları harfiyen yerine getirmişler. Ayrıca ilgi çekici bir kehanet içerdiğinden, yayın şansı bulmakta zorlanmamışlar.
Biostatistic uzmanı Kenneth Rice, makaleyi eleştirmek için veri setini incelemek yerine, 'Reductio ad Absurdum' aracını kullanmış.
Aynı analiz ile, 2636 yılından sonra 100 metre zamanlarının, sıfır saniyenin altına düşeceği ilginç durumların ortaya çıkacağına vurgu yapmış.
İlgili makale linki;
https://www.nature.com/articles/431525a
Özünde, doğal olanın iyi; yapay/sentetik/insan yapımı olanın ise kötü olduğu çıkarımında bulunan hatalı akıl yürütme türüdür.
Market raflarında, sabah sağlık programlarında, aşı ve GDO karşıtlarının söylemlerinde sıklıkla rastladığımız bir olgudur.
İçerisinde “Doğal” kelimesi geçen envaiçeşit ürün ambalajına rastlıyoruz marketlerde. Benim için en ilginç olanı “Doğal İnek Sütü” ibareli ürünler. Doğal olmayan inek sütünün ne olduğunu araştırdım, bulamadım. Hayal gücümü zorladım ama nafile. Çiğ/işlenmemiş süt yerine kullanıyorlar sanırım.
Ülkemizde doğal kelimesi aslen, ‘Sahtekarlık yapmadık…’ anlamında kullanılıyor galiba. Yani, “Gerçek Ürün”, “Tarım Bakanlığı Taklit ve Tağşiş Listesine Girmeyecek Ürün” ifade edilmek isteniyor.
Markette mantar satılan reyona geldiniz. Çeşit çeşit doğal mantarlar var, kültür mantarlarının yanında. Kafa yapanı, zehirli olanı… Sonuçta doğalsa iyidir.
Doğal besin destekleri tavsiyeleri maskesi ile, aslında farmakolog ve hatta hekimliğe soyunmuş şifacılara rastlıyoruz, yıllardır sabah programlarında.
Hastalıklara sebep olan bakteri ve virüsler de doğal olduğundan iyi olmalılar. Bunların vereceği zararları önlemeye yönelik geliştirilen aşılar ve ilaçlar ise doğal değillerse uzak durulmalı herhalde.
Bu yanılgı ile karıştırılan “Doğalcılık Yanılgısı – Naturalistic Fallacy” adında bir başka kavram daha var. G.E. Moore’un kitabı ‘Principia Ethica’da incelediği.
Bu daha çok, hoş ve arzu edilen gibi doğal özelliklerden indirgenen ahlak yaklaşımını eleştiriyor. David Hume’ın “Olan ve olması gereken problemi” ile ilişkilendiriliyor.
Benim zaman zaman kafa karışıklığı yaşadığım başka bir doğallık konusu daha var. Antik Yunan’da ele alındığı haliyle doğallık konusu.
Antik Yunan’da doğal olan kavramı, doğanın işleyişinden ve kanunlarından çok, insanların davranışlarını yönlendiren normlar üzerinden tanımlanmış.
Başka bir ifade ile benim yaşadığım kafa karışıklığı, bir konuda karar vermek gerektiğinde ve rasyonelliğin tıkandığı yerde, doğal olan hareket tarzının ne olduğu ile ilgili.
Öğrenilmiş çaresizlik kavramını hayatımıza sokan 5 maymun deneyini hatırlayanlar vardır.
Şu, muza ulaşmaya çalışan maymunlara tazyikli soğuk su sıkılan deney.
Bir kitapta kaynak belirtilmeden yer verilen ve aslen varolduğuna ilişkin bugüne kadar kanıt bulunamayan bu deney, kişisel gelişim camiası ve kurumsal arenada oldukça popüler olmuştu bir zamanlar.
Diğer taraftan öğrenilmiş çaresizlik, üzerinde çok sayıda bilimsel çalışma gerçekleştirilmiş bir kavram.
Tekrar eden başarısız girişimler akabinde, sonucu değiştiremeyeceğine ilişkin oluşan inanç olarak tanımlanabilir kısaca.
Son yıllarda insanlar üzerinde yapılan yeni deneylerde, kavramın tersten işlediği yönünde sonuçlar elde edilmiş.
Yani biz insanlarda yetersizlik duygusunun aslen başlangıçta da var olduğu görülmüş. Sonrasında elde edilen sonuçlar, öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşayıp, yaşamayacağımızı belirliyormuş.
Geçen gün yaptığım bir okuma esnasında, kavrama benzer bir tanımlamaya denk geldim. "Öğrenilmiş Cahillik - Learned Blankness".
Anna Salamon tarafından isimlendirilen bu yeni kavram, düşünme alanında yaşadığımız benzer durumları tanımlamak için geliştirilmiş.
Hepimiz için düşünsel çaresizlik alanları var.
Birisi için bu matematik.
Diğeri için dijital dünya.
Bir başkası için ise soft skill'ler.
Bu çaresizlik alanlarımızla ilgili akıl yürütmek söz konusu olduğunda, korkuyor ve geri adım atıyoruz. O alana girmek istemiyoruz.
Geçmiş olumsuz anlama/anlamlandırma deneyimlerimizin sonucu çoğunlukla bu durum.
Daha önce başarısız olmuş olmak, tekrar denemeye engel olmamalı.
Belki basitten başlayarak ve farklı teknikler deneyerek bu alanlardaki cahilliklerimizi kırabilmek mümkündür.
İnsan çevresini duyu organlarıyla algılayıp çıkarımlar yapabilen bir tür.
Diğer türler de bu tip çıkarımları farklı seviyelerde yapabiliyor. Başarılı bir av için, saldırı hattı planlaması, avın çıkardığı sesten konum ve mesafe tespiti gibi.
İnsanın farkı, sadece duyusal girdilerle yapılamayacak çıkarımları da yapabilmesinde yatıyor.
Duyusal girdileri inançlar ile harmanlayarak, görülenin, duyulanın ötesini modelleyebiliyor.
Örneğin, yüksek bir bina üzerinden bir topun atıldığı an ile yere çarpacağı an arasında saatin kadranlarının değişimini modelleyebiliyoruz.
Binanın 120m yüksekliğe sahip olduğuna ve saniyenin karesinde 9,8 metrelik yerçekimi etkisinin olacağına ilişkin inançlarımızı; saatin saniye sayacının 12 üzerindeki poziyonunda olduğuna ilişkin görsel girdi ile birlikte değerlendirip, topun yere çarptığında saniye sayacının 1'in üzerinde olacağını (5 saniye) söyleyebiliyoruz.
Duyuların ötesini modelleyebilen tek türüz.
Bu bizim en güçlü yönümüz. Diğer taraftan en zayıf noktalarımızdan birisi de bu.
Sıklıkla görülemeyenle birlikte gerçek olmayanları da modelliyoruz.
Örneğin filojiston, yani ateş elementi hikayesi gibi.
Ateşin hikayesi insanlar için uzun bir süre bilinmeyen olarak kalmış.
Johann Joachim Becher tarafından 1667 yılında ortaya atılan ateş elementi (filojiston) teorisi, 18. yüzyıl sonlarına kadar geçerli kabul edilmiş.
Cisimlerdeki yanma esnasında, filojiston isimli ateş elementinin salındığını iddia eden bir teori. Filojistik maddeler yandığı zaman, uzaklaşan bir ateş ruhuna ve küle dönüştüğü düşünülüyordu.
Günümüzde sıklıkla element uyduran gruplarla karşılaşıyoruz. Politikacılar, gazeteciler, tartışma programı yorumcuları, kahinler, gurular ve benzerleri.
Sosyal medya ortamı da element uyduranlardan müstesna değil bu arada.
İlk tribün tecrübemi yaşadığımda 8 yaşındaydım. Memleketimizin takımı Balıkesirspor oynuyordu. Babam götürmüştü maça.
Rakip ve sonuç kalmamış aklımda. Ancak amigo figürü hayal meyal de olsa canlı hafızamda.
Kendini yırtarcasına performans sergileyen o adam ve tribündeki insanların onun yönlendirmelerini takip etmesinin absürtlüğü, hatırlıyor olmamın arkasındaki neden sanırım.
Küçük yaşıma rağmen, anlam verememiştim o insanın ve özellikle de onu takip eden insanların davranışlarına.
Birkaç milli takım ve derby müsabakası dışında fazla tribün tecrübem olmadı sonrasında. Absürtlük ile ilgili görüşlerim değişmedi takip eden tecrübelerimde de.
Liderlik konusu ve eğitimleri popüler oldu yıllar sonra. Çok farklı liderlik tanımlamaları dolanıyordu ortalıkta.
Bunlardan birisini okuduğumda, burada tanımlanan lider, benim tribünde gördüğüm amigo, liderin ekibi de tribündeki taraftarlar dedim kendi kendime.
Lider, ekibi coşturan, gaz veren kişiydi. Ekip de sorgulamadan gaza gelen, coşan tribündeki kalabalık.
Birileri çıkar ve 'Lider dediğin amigo gibi olmalıdır' diye tanımlama yapar diye beklerken, bir de baktım amigoların ismi tribün lideri olmuş.
Liderlik teorilerini incelediğinizde, birbiriyle alakasız bir sürü farklı teori olduğunu görüyorsunuz.
Bir uçta 'The Great Man Theory' (Seçilmiş İnsan Teorisi) yer alırken; diğer uçta 'Servant Leadership Theory' (Hizmetkar Lider Teorisi) yer alıyor.
Bir konuda birbiriyle bu kadar zıt ve farklı tanımlamaların olması, kavramın nesnelliği ile ilgili soru işaretleri oluşturuyor ister istemez.
Diğer taraftan güzelliği de buradan kaynaklanıyor belki de.
Kim neresinden tutarsa, oradan yürüyor.
Sen de haklısın, o da haklı, diğeri de haklı.
Her yaklaşım, akademik veya saha çalışması sunmakta da zorlanmıyor bu arada.
Herkesin işine geldiği gibi yorumladığı bir kavram olmuş liderlik.
Düşünceyi aktarmada dil ana mecralardan biri. Diğer taraftan, dil düşünme eyleminin olmazsa olmazı mı emin değilim ?
Düşünceyi aktarmada dil dışında da araçlar var. Örneğin hiç bir replik içermeyen bir film, bir kitaptan daha fazla düşünce geçirebilir karşı tarafa. Bir görsel (resim/foto) veya konuşma içermeyen sesler (müzik) de.
Kendi düşünme eylemime odaklandığımda, ana metodun dil değil, görsel modelleme (hayal etme/canlandırma) olduğunu söyleyebilirim.
Dil bunu başkalarına aktarmak söz konusu olduğunda gündeme geliyor.
İlginç olan, kesin dediğim düşüncelerimi başkalarına aktarmaya çalıştığımda, zaman zaman düşüncelerimin değişmesi.
Bir konudaki düşüncelerimden emin olmak istediğimde, bunları aktarmayı (yazmak, anlatmak, tartışmak) deniyorum.
İnsan düşünmeyi anlık aktarmak için işitsel bir kodlama sistemi geliştirmiş. Biz buna konuşma dili diyoruz.
Sonrasında, düşüncenin kalıcı olabilmesi, başka bir ifadeyle saklanabilmesi ve zamanda ileriye doğru seyahat edebilmesi için görsel/sembolik kodlama geliştirmiş. Biz buna yazı dili diyoruz.
Bilginin aktarımında başka kodlama sistemleri de olabilir. Bazı hayvan türlerinin ve bazı mikro organizmaların iletişimde kimyasal ve/veya koku kullandığını biliyoruz.
Bitkilerin, ürüme fonksiyonuna aracılık eden arı/kuş/böcek gibi canlılarla haberleşmek için renkleri kullandığından haberdarız.
Radyo dalgaları yoluyla bilgiyi aktaran kodlama sistemleri geliştirmişiz. Fiber optik kablolarda, bilgi/ses/görüntüyü önce elektriksel işaretlere, sonrasında ışığa çevirmişiz.
Bizim makinalar için geliştirdiğimiz kodlama sistemleri var. 0 ve 1 gibi basitten başlayan sonrasında daha karmaşık bilgisayar dillerine giden kodlama sistemleri gibi.
Yani sesi, görüntüleri, radyo dalgalarını, elektriği ve ışığı kodlayıp çözecek sistemler geliştirerek, bilgiyi farklı şekillerde aktarmanın ve saklamanın yollarını keşfetmişiz. Hem bizim, hem geliştirdiğimiz makinaların kullanması için.
Bizim genel bilgi aktarımı/saklanması için kullandığımız konuşma/yazı dili dışında, bazı özel işler/fonksiyonlar için alt diller de geliştirmişiz. Matematik, finansal raporlama, zaman ölçümü/tarihleme vb.
Sözün özü, dil aslen düşünceyi aktarmak veya saklamak için geliştirdiğimiz bir kodlama sistemi. Yani dil ile asıl hedeflenen ‘ben’ değil diğerleri.
Düşünme eyleminin başlangıç motivasyonu çoğunlukla aktarma amacına yönelik olduğundan, dilin düşünme eyleminin merkezinde olduğu algısına sahip olmak oldukça doğal.
Buna rağmen, dil olmaksızın düşünme eylemi olmayacağı argümanı geçerli bir argüman değil. Düşünme bireysel bir eylem olup, sadece öze dönük olarak da gerçekleşebilir.
Plasebo etkisi, tıp literatüründe kullanılan çoğumuzun aşina olduğu bir kavram.
Etkisiz bir ilacın, iyileştirici etkisine olan inanç sebebiyle, kişide olumlu etkiler oluşturması olarak tanımlanabilir.
Diğer taraftan, nosebo etkisi çok bilinen bir kavram değil.
Olumsuz bir yan etkisi olmayan ilacın, yan etkileri olacağına ilişkin inanç sebebiyle, kişide yan etkiler yaratması olarak ifade edilebilir.
Hem kurumsal hayatta, hem sosyal medyada, her iki etkiye oynayan karakterlere bolca rastlanır.
Kerameti kendinden menkul, inanırsan başarırsın paylaşımları yapan, güç senin içinde mesajları veren ‘Plasebo Pıtırcıkları’ bir tarafta.
Moda olan kurumsal/yönetimsel kavramların olası olumsuz yan etkilerine, mutlak sonuç olarak vurgu yapan ‘Nosebo Toksikleri’ diğer yanda.